EĞİTİMDE UZAK GERÇEKTEN BİZE UZAK MI?
2020 yılı bize çoğu pek de güzel olmayan sürprizleriyle gelmeye devam ediyor. Biraz ortama uyum yeteneğimizle, biraz gelişen bilim ve teknolojinin yardımıyla, bizler de karşılaştığımız bu tatsız sürprizlerin yarattığı ortam ve koşullarla başa çıkmaya çalışıyoruz.
Şimdi önümüzde korona virüsünün bize dayattığı uzaktan çalışma ve uzaktan eğitim aşamaları/engelleri var.
Bugün Radyo Arel’de katıldığım programda uzaktan eğitimin örgün bir dersi alıp, online platformda bire bir işlemekten biraz daha farklı ve fazla olduğunu belirttim. Bir dersi öğretim elemanının baştan tasarlaması, ders faaliyetlerini buna göre oluşturması gerekiyor. Bu şekilde verebilirsek, daha çok araştırmaya, incelemeye ve düşünmeye dayalı bir sistem geliştirebilme olanağımız olacak.
Diğer yandan, benim gibi teknolojiyi sonradan görmüş nesiller için biraz “değişik” gelse bile bu sistemlerin öğrenciler tarafından çok daha kolay kabul edilebilir olduğu da bir gerçek. Mum Işığında Yaşamak adlı kitabımda “Eğitimin T Hali” başlıklı bir yazımda eğitimin değişimne ilişkin bazı görüşlerimi paylaşmıştım. Bu görüşlerimi sizlerle de paylaşayım:
“Bir önceki yazımda da bahsetmiştim, eğitim sektörünün tüketici çoğunlukla Y ve Z kuşağı adını verdiğimiz nesilden oluşuyor. Tüketici onlar olduğuna göre sunulan hizmetin de onların özelliklerine göre olması bir tercih olmaktan öteye geçiyor. İşte tam da bu gereklilik sahip olduğumuz eğitim anlayışının tamamen değişmesini zorunlu hale getiriyor.
Bu kuşakların özelliklerini sıralayan çok sayıda çalışma var. Hemen hepsinde bahsedilen ortak özelliklerden birisi bu kuşakların teknolojiye yatkınlıkları olarak belirtiliyor. Aslında bu kuşak teknolojiye yatkın demek işi hafife almak sayılır. Bu kuşak için teknoloji olmazlardan biri hatta birincisi. Arkadaşlıkları, öfkeleri, sevinçleri, çalışmaları, iş aramaları, alışverişleri… Hepsi teknoloji üzerinden ve teknolojiyle birlikte hayata geçiyor.
Diğer bazı özelliklerini ise bağımsızlıklarına düşkünlükleri, kuralları sevmemeleri ve mesai gibi alışkanlıklara katlanamamaları olarak sıralayabiliriz.
Bu özellikler, bu kuşağın bireylerinin hep birlikte bir alana doldurup, hepsine aynı zaman dilimlerinde, aynı kurallarla bir şey yaptırmanın zorluğunu ortaya koyuyor. Aynı bizim onları aynı saatlerde, aynı sınıfa koyarak, aynı şekilde bir konuyu öğretmeye çalışmamız gibi uygulamalar, yapılarına ters.
Bu kuşağın özelliklerinin yanı sıra, geçen haftalarda farklı mecralarda rastladığım, muhtemelen birçoğunuzun da dikkatini çeken bir bilgiyi de aktarmak isterim. Hali hazırda Amerika’daki işlerin %65’i 25 yıl önce olmayan işlerden oluştuğu açıklanmıştı. Yani 25 yıl önce üniversite eğitimini tamamlayanların hakkında hiçbir eğitim almadığı işler söz konusu. Bu trendin, teknolojideki gelişme hızına bağlı olarak daha da hızlanarak devam edeceğini varsayarsak, değil 25, 10 veya 15 yıl sonra birçok üniversite mezununun eğitimini aldığından farklı bir işte çalışacağını söyleyebiliriz.
Bu üç paragrafta işaret ettiğim durumları dikkate aldığımız zaman nasıl bir eğitim sistemine ihtiyacımız olduğu da aslında ortaya çıkıyor. Öncelikle, bizim amacımız şimdiki öğrencilerin sadece bilgiyi öğrenmeleri değil, öğrenmeyi öğrenmeleri olmalı ki bu sayede değişen mesleklere ve işlere uyum sağlayabilsinler. İkincisi hepsine aynı şekilde, aynı koşullarda değil kendilerine özgü ve kendilerinin planlayabileceği bir öğrenme ortamı oluşturabilmeliyiz.
Ve son olarak da bu yeni öğrenme anlayışının bir tarafından teknolojiye entegre edilmesi de gerekiyor.”
Bugün, zorunluluktan belki (bazılarımız) çok da istemeyerek teknoloji tabanlı bir eğitim sistemi uygulamaya başladık. Kısa bir süre içinde umarım, bu zorunluluktan kurtulacağız.
Asıl iş o zaman başlayacak. Eğer bugün zorla geçtiğimiz bu sistemi, örgün eğitimimize entegre eder ve derslerimizi ona göre yeni baştan kurgularsak krizi fırsata dönüştürmüş oluruz.
Eğer bu günlerde yaşadıklarımızı, gelecekte buruk bir tebessümle anlatacağımız anıları biriktirmek için kullanır hale gelirsek ayağımıza gelen fırsatı teptik demektir.