MADEN DOĞA VE ÇEVRE YAŞAM İÇİN ZORUNLUDUR.
Kazdağları Ekseninde Madencilik-Çevre Paradoksu Yaratmak Yanlıştır
Son günlerde Kaz Dağları çevresindeki altın madenciliği dolayısıyla emek yoğun bir sektör olan madenciliği, bilimselliği olmayan tartışmalara çekmek, çevre mi? maden mi? polemiği ile yanlış algı oluşturmaya çalışmak, kendi kaynaklarımızı değerlendiremez hale getirme riski taşımaktadır. Her şeyden önce açıktır ki madencilik, katma değer yaratması yanında, uygun teknoloji ve yöntemlerle yönetilmezse fiziksel ve sosyal çevreyi bozucu geçici etkileri olabilecek bir sektördür.
Ancak, unutulmamalıdır ki, diğer sanayi dallarında olduğu gibi, madencilik sanayinde de çevrenin korunması hem ekonomik hem de teknik olarak mümkündür.
Madenler, tarih boyunca yaşamımız için ürettiğimiz, kullandığımız malzemeler için gerekli olan, ekonomik yönden değer taşıyan minerallerdir.
Günümüzde bir bilgisayar çipi üretmek için 60 farklı elementin kullanılmış olması bile insanlık için madenlerin önemini ifade edecek bir boyuttur. Enerji hammaddeleri başta olmak üzere doğal kaynakları ileri teknoloji ürünleri elde edecek tarzda en fazla katma değer yaratarak üretmek, ülkelerin gelişmişlik düzeylerini belirleyen en önemli faktörlerden biridir.
Kömür ve demirin yaygın üretimi ile birlikte, madencilik son yüz yılda, sanayi devriminin lokomotifi, uygarlıkları şekillendiren temel sektörlerden biri olmuştur. Yer altı kaynaklarını değerlendirmede başarılı olmadan, üretim ekonomisine geçmek mümkün değildir.
Bu anlamda madencilik kalkınmanın teminatıdır.
Madenler, milyonlarca yılda oluşan tüketildiğinde yenilenemeyen kaynaklardır. Bu nedenle mutlaka etkin bir planlamayla ülkenin ihtiyaçları göz önüne alınarak çevreye duyarlı bir şekilde ve kamu yararı öncelikli olarak üretilmelidir. İlk yatırım maliyetinin ve süresinin yüksek olmasının yanında emek yoğun bir sektör olan madenciliği bilimselliği olmayan tartışmalara çekmek sakıncalıdır. Altınından, metalik madenlerine, enerji hammaddelerinden, endüstriyel hammaddelerine ülkemizin tüm yer altı kaynaklarını, daha iyi bir gelecek için değerlendirmek modern bir toplum olabilmemiz için kaçınılmazdır.
Çevre sorunları sadece çevrecilerin değil, tüm insanlığın gündeminde yer alması gereken konulardır. Ancak sorunun çözümü için getirilen öneriler; ne yazık ki popülist eksende geliştirilmekte, sanayi karşıtlığını körüklemektedir. Bu kapsamda ne yazık ki hammadde üretimi aşamasında görsel bir kirliliğin ötesine geçmeyen madencilik te nasibini almaktadır.
Maden üreticisi kamu yada özel kuruluşların, maden mi, çevre mi çıkmazına sokulmak yerine, daha işin başında halkla ilişkileri esas alan üçüncü bir yolu tercih etmemeleri de bu süreçlerin ülke yararına yönetilmesini zorlaştırmaktadır. Genellikle hukuki ve bürokratik işlemleri yerine getirmek, üretim yöntemi olarak da çevre dostu modern teknolojiler kullanmak, her şeyin sona erdiği anlamına gelmez. Yani madencilik kuruluşları, yasal süreçlere güvenmek yerine, yörenin sosyolojik, ekonomik, psikolojik ve kültürel konularını da PR çalışmaları ile dikkate almak durumundadır.
Ülkemizde son yıllarda çevre konusunda artan duyarlılık, yöre halkının tepkisi, direnişi ve verdiği hukuk mücadelesi sonucunda; desülfirizasyon tesisi olmayan bir çok termik santralin ve benzer maden tesislerinin çevresel etkilerini gideren teknoloji ile rehabilite edilmiş olmaları oldukça önemli kazanımlardır. Buradan çıkan sonuç, madencilik ve çevre dengesi mutlaka kurulmalıdır. Bu anlamda ülkemizin Kazdağları kadar, Munzur’u da Artvin’i Ilıç’ı Divriği’si Hakkari’si, Konya’sı, Kastamonu’su, Muğla’sı, Edirne’si de insanı ile yeşili ile doğası ile madeni ile eşdeğerdedir.
Ekonomi, sınırsız insan gereksinimlerini karşılamak üzere sınırlı kaynakların paylaşımı ve yönetilmesidir. Madencilik de, insanlığın konforlu yaşamını sağlayan en önemli ekonomik faaliyettir. Sadece son günlerde politik, popülist yaklaşımların gölgesinde gündemde gelmiş olan altın madenciliği alanlarında çevre dostu üretim yöntemleri ile yaratılacak katma değer; 10 milyar dolar civarındadır.
Ülkemizin jeolojik yapısı maden potansiyelimizin 10 trilyon dolardan daha fazla olabileceğini göstermektedir. Bu nedenle Misak-ı Milli sınırları içinde sahip olduğumuz yeraltı ve yer üstü kaynaklarımızı, yöre, insan, bölge farkı gözetmeksizin çevre sorunu yaratmayacak teknolojilerle, “DOĞAL KAYNAKLARIN GERÇEK SAHİBİNİN HALK” olduğu gerçeğinden hareketle Büyük Önderimizin deyimi ile ”önce kendimizin sonra komşularımızın, en sonunda da tüm Dünya İnsanlığının refahı ve mutluluğu için üretmeliyiz.”
Giderek dördüncü sanayi devriminin egemen olacağı tüm sektörlerde olduğu gibi madencilikte de önemli teknolojik gelişmeler söz konusudur.
ABD’de, Kanada’da, Avustralya’da, İsveç’te altın üretiminde hangi teknoloji kullanılıyorsa Türkiye’de de aynı teknoloji kullanılarak altın üretimi gerçekleştirilmelidir. Türkiye, doğal kaynaklarını yüz yıl öncesinden değerlendirerek sanayileşme ve kalkınma hamlelerini gerçekleştiren Avrupa’da maden arama, bulma ve değerlendirme konusunda hala bakir bir ülke konumunda olmasına rağmen en yüksek altın potansiyeline sahip olan ve en fazla altın üreten bir ülkedir. Bu nedenle madencilik siyasi polemik alanı olmaktan çıkarılarak, siyaset üstü bir anlayışla yönetilmelidir.
Elbette doğaya ve çevreye ilişkin her türlü modern önlemlerin alındığı, kaygıların giderildiği, denetlenebilir bir üretim sürecinin yaratılması da şarttır.
Maden yataklarının oluştuğu ortamlar madencilik faaliyetlerinin yerini belirler. Dolayısıyla, diğer sektörlerden farklı olarak, madencilik sektörünün faaliyet alanı için yer seçimi şansı yoktur. Maden nerde bulunuyorsa orda işletilmek zorundadır.
Bu nedenledir ki tüm Dünya’da madenciliği yasaklamak yerine, çevre ile dost madencilik faaliyetlerinin sürdürülebilirliğini sağlayacak modeller geliştirilmektedir. Bu teknik, hukuki, finansal alt yapısı kurulan modelde, temel ilke; madencilik faaliyetlerinden sağlanacak sosyal-ekonomik fayda ve çevre ve toplumsal ilgi arasında hassas bir dengenin kurulmasıdır.
Öte yandan, doğal çevrenin korunması konusunda ön yargısız, idealist radikal çevreci yapı ve aktivistlerin var olması, sanayi çevre dengesinin kurulabilmesi açısından önemli bir avantajdır. Hatta bu tür organizasyonların bilgilendirilmesi, teşviki ve desteklenmesi de bu amaca yönelik olarak araçsallaştırılmalıdır.
Herkesin bildiği bildiği gibi maden olmadan hayat mümkün olmazdı. Tabii ki, istediğimiz metalleri ve mineralleri çıkarmanın da bir bedeli var. Endüstri, geçici de olsa görsel kirlilik yaratır, manzaraları değiştirir, ormanları tahrip eder, su tablaları ve su havzaları üzerindeki etkiler ve geleneksel geçim kaynaklarına sahip, daha az alternatifi olan yöre halkını rahatsız eder. Madenciliğe ihtiyacımız olabilir, ancak aynı zamanda şirketlerden ve hükümetlerden de çevre ve insanları korumak için mümkün olan her şeyi yapmalarını talep etme hakkına sahibiz.
Hükümetlerin de madencilik-çevre politikasına daha sofistike bir yaklaşım benimsemesi gerekmektedir. Bu nedenle, bu nitelikteki çevre kuruluşlarının da “İstemezük” yaklaşımı yerine, sürdürülebilir kalkınma temelinde, madencilik faaliyetlerinden sağlanacak sosyal ve ekonomik fayda ile çevre arasında hassas bir dengenin sağlanması yönünde tavır sergilemeleri daha etkili olacaktır.
Çünkü madencilik ve çevre birlikte olamayacak antitetik kavramlar değildir. Yeter ki maden mi? Çevre mi ? ikilemine girmeden teknik, ekonomik, estetik maliyetler ve dengeler halkla ilişkiler bağlamında kurulabilsin.
Bunun temini için de acil bir önlem olarak özerk yapıda “Maden Çevre Risk Fonu” mutlaka kurulmalıdır. Bu fonun yönetiminde; çevre kuruluşları, yerel sivil toplum kuruluşları başta olmak üzere, bilim kuruluşları ile diğer ilgili denetim kurumları yer almalıdır.
Umarım bu çabalar amacına ulaşır ve STK’ların katılımcı demokrasi ve hakça paylaşımı esas alacak “Kalkınmış Modern Türkiye’mizin” kurulmasında, asli ve öncü unsurlar olmalarını sağlayacak bir çığır açılmış olur.
Kazdağları Ekseninde Madencilik-Çevre Paradoksu Yaratmak Yanlıştır
Son günlerde Kaz Dağları çevresindeki altın madenciliği dolayısıyla emek yoğun bir sektör olan madenciliği, bilimselliği olmayan tartışmalara çekmek, çevre mi? maden mi? polemiği ile yanlış algı oluşturmaya çalışmak, kendi kaynaklarımızı değerlendiremez hale getirme riski taşımaktadır. Her şeyden önce açıktır ki madencilik, katma değer yaratması yanında, uygun teknoloji ve yöntemlerle yönetilmezse fiziksel ve sosyal çevreyi bozucu geçici etkileri olabilecek bir sektördür.
Ancak, unutulmamalıdır ki, diğer sanayi dallarında olduğu gibi, madencilik sanayinde de çevrenin korunması hem ekonomik hem de teknik olarak mümkündür.
Madenler, tarih boyunca yaşamımız için ürettiğimiz, kullandığımız malzemeler için gerekli olan, ekonomik yönden değer taşıyan minerallerdir.
Günümüzde bir bilgisayar çipi üretmek için 60 farklı elementin kullanılmış olması bile insanlık için madenlerin önemini ifade edecek bir boyuttur. Enerji hammaddeleri başta olmak üzere doğal kaynakları ileri teknoloji ürünleri elde edecek tarzda en fazla katma değer yaratarak üretmek, ülkelerin gelişmişlik düzeylerini belirleyen en önemli faktörlerden biridir.
Kömür ve demirin yaygın üretimi ile birlikte, madencilik son yüz yılda, sanayi devriminin lokomotifi, uygarlıkları şekillendiren temel sektörlerden biri olmuştur. Yer altı kaynaklarını değerlendirmede başarılı olmadan, üretim ekonomisine geçmek mümkün değildir.
Bu anlamda madencilik kalkınmanın teminatıdır.
Madenler, milyonlarca yılda oluşan tüketildiğinde yenilenemeyen kaynaklardır. Bu nedenle mutlaka etkin bir planlamayla ülkenin ihtiyaçları göz önüne alınarak çevreye duyarlı bir şekilde ve kamu yararı öncelikli olarak üretilmelidir. İlk yatırım maliyetinin ve süresinin yüksek olmasının yanında emek yoğun bir sektör olan madenciliği bilimselliği olmayan tartışmalara çekmek sakıncalıdır. Altınından, metalik madenlerine, enerji hammaddelerinden, endüstriyel hammaddelerine ülkemizin tüm yer altı kaynaklarını, daha iyi bir gelecek için değerlendirmek modern bir toplum olabilmemiz için kaçınılmazdır.
Çevre sorunları sadece çevrecilerin değil, tüm insanlığın gündeminde yer alması gereken konulardır. Ancak sorunun çözümü için getirilen öneriler; ne yazık ki popülist eksende geliştirilmekte, sanayi karşıtlığını körüklemektedir. Bu kapsamda ne yazık ki hammadde üretimi aşamasında görsel bir kirliliğin ötesine geçmeyen madencilik te nasibini almaktadır.
Maden üreticisi kamu yada özel kuruluşların, maden mi, çevre mi çıkmazına sokulmak yerine, daha işin başında halkla ilişkileri esas alan üçüncü bir yolu tercih etmemeleri de bu süreçlerin ülke yararına yönetilmesini zorlaştırmaktadır. Genellikle hukuki ve bürokratik işlemleri yerine getirmek, üretim yöntemi olarak da çevre dostu modern teknolojiler kullanmak, her şeyin sona erdiği anlamına gelmez. Yani madencilik kuruluşları, yasal süreçlere güvenmek yerine, yörenin sosyolojik, ekonomik, psikolojik ve kültürel konularını da PR çalışmaları ile dikkate almak durumundadır.
Ülkemizde son yıllarda çevre konusunda artan duyarlılık, yöre halkının tepkisi, direnişi ve verdiği hukuk mücadelesi sonucunda; desülfirizasyon tesisi olmayan bir çok termik santralin ve benzer maden tesislerinin çevresel etkilerini gideren teknoloji ile rehabilite edilmiş olmaları oldukça önemli kazanımlardır. Buradan çıkan sonuç, madencilik ve çevre dengesi mutlaka kurulmalıdır. Bu anlamda ülkemizin Kazdağları kadar, Munzur’u da Artvin’i Ilıç’ı Divriği’si Hakkari’si, Konya’sı, Kastamonu’su, Muğla’sı, Edirne’si de insanı ile yeşili ile doğası ile madeni ile eşdeğerdedir.
Ekonomi, sınırsız insan gereksinimlerini karşılamak üzere sınırlı kaynakların paylaşımı ve yönetilmesidir. Madencilik de, insanlığın konforlu yaşamını sağlayan en önemli ekonomik faaliyettir. Sadece son günlerde politik, popülist yaklaşımların gölgesinde gündemde gelmiş olan altın madenciliği alanlarında çevre dostu üretim yöntemleri ile yaratılacak katma değer; 10 milyar dolar civarındadır.
Ülkemizin jeolojik yapısı maden potansiyelimizin 10 trilyon dolardan daha fazla olabileceğini göstermektedir. Bu nedenle Misak-ı Milli sınırları içinde sahip olduğumuz yeraltı ve yer üstü kaynaklarımızı, yöre, insan, bölge farkı gözetmeksizin çevre sorunu yaratmayacak teknolojilerle, “DOĞAL KAYNAKLARIN GERÇEK SAHİBİNİN HALK” olduğu gerçeğinden hareketle Büyük Önderimizin deyimi ile ”önce kendimizin sonra komşularımızın, en sonunda da tüm Dünya İnsanlığının refahı ve mutluluğu için üretmeliyiz.”
Giderek dördüncü sanayi devriminin egemen olacağı tüm sektörlerde olduğu gibi madencilikte de önemli teknolojik gelişmeler söz konusudur.
ABD’de, Kanada’da, Avustralya’da, İsveç’te altın üretiminde hangi teknoloji kullanılıyorsa Türkiye’de de aynı teknoloji kullanılarak altın üretimi gerçekleştirilmelidir. Türkiye, doğal kaynaklarını yüz yıl öncesinden değerlendirerek sanayileşme ve kalkınma hamlelerini gerçekleştiren Avrupa’da maden arama, bulma ve değerlendirme konusunda hala bakir bir ülke konumunda olmasına rağmen en yüksek altın potansiyeline sahip olan ve en fazla altın üreten bir ülkedir. Bu nedenle madencilik siyasi polemik alanı olmaktan çıkarılarak, siyaset üstü bir anlayışla yönetilmelidir.
Elbette doğaya ve çevreye ilişkin her türlü modern önlemlerin alındığı, kaygıların giderildiği, denetlenebilir bir üretim sürecinin yaratılması da şarttır.
Maden yataklarının oluştuğu ortamlar madencilik faaliyetlerinin yerini belirler. Dolayısıyla, diğer sektörlerden farklı olarak, madencilik sektörünün faaliyet alanı için yer seçimi şansı yoktur. Maden nerde bulunuyorsa orda işletilmek zorundadır.
Bu nedenledir ki tüm Dünya’da madenciliği yasaklamak yerine, çevre ile dost madencilik faaliyetlerinin sürdürülebilirliğini sağlayacak modeller geliştirilmektedir. Bu teknik, hukuki, finansal alt yapısı kurulan modelde, temel ilke; madencilik faaliyetlerinden sağlanacak sosyal-ekonomik fayda ve çevre ve toplumsal ilgi arasında hassas bir dengenin kurulmasıdır.
Öte yandan, doğal çevrenin korunması konusunda ön yargısız, idealist radikal çevreci yapı ve aktivistlerin var olması, sanayi çevre dengesinin kurulabilmesi açısından önemli bir avantajdır. Hatta bu tür organizasyonların bilgilendirilmesi, teşviki ve desteklenmesi de bu amaca yönelik olarak araçsallaştırılmalıdır.
Herkesin bildiği bildiği gibi maden olmadan hayat mümkün olmazdı. Tabii ki, istediğimiz metalleri ve mineralleri çıkarmanın da bir bedeli var. Endüstri, geçici de olsa görsel kirlilik yaratır, manzaraları değiştirir, ormanları tahrip eder, su tablaları ve su havzaları üzerindeki etkiler ve geleneksel geçim kaynaklarına sahip, daha az alternatifi olan yöre halkını rahatsız eder. Madenciliğe ihtiyacımız olabilir, ancak aynı zamanda şirketlerden ve hükümetlerden de çevre ve insanları korumak için mümkün olan her şeyi yapmalarını talep etme hakkına sahibiz.
Hükümetlerin de madencilik-çevre politikasına daha sofistike bir yaklaşım benimsemesi gerekmektedir. Bu nedenle, bu nitelikteki çevre kuruluşlarının da “İstemezük” yaklaşımı yerine, sürdürülebilir kalkınma temelinde, madencilik faaliyetlerinden sağlanacak sosyal ve ekonomik fayda ile çevre arasında hassas bir dengenin sağlanması yönünde tavır sergilemeleri daha etkili olacaktır.
Çünkü madencilik ve çevre birlikte olamayacak antitetik kavramlar değildir. Yeter ki maden mi? Çevre mi ? ikilemine girmeden teknik, ekonomik, estetik maliyetler ve dengeler halkla ilişkiler bağlamında kurulabilsin.
Bunun temini için de acil bir önlem olarak özerk yapıda “Maden Çevre Risk Fonu” mutlaka kurulmalıdır. Bu fonun yönetiminde; çevre kuruluşları, yerel sivil toplum kuruluşları başta olmak üzere, bilim kuruluşları ile diğer ilgili denetim kurumları yer almalıdır.
Umarım bu çabalar amacına ulaşır ve STK’ların katılımcı demokrasi ve hakça paylaşımı esas alacak “Kalkınmış Modern Türkiye’mizin” kurulmasında, asli ve öncü unsurlar olmalarını sağlayacak bir çığır açılmış olur.