DEPREM TEHDİDİ ARAZİ YÖNETİM POLİTİKALARI İLE AZALTILMALIDIR
Ülkelerin gelişmişliğinin en önemli göstergelerinden biri de deprem başta olmak üzere afet risklerine karşı gösterdiği dirençtir. Gerek ülkemizde gerekse tüm dünyada yaşanan depremler göstermiştir ki deprem gerçeği ile bugün de gelecekte de karşılaşılması kaçınılmazdır.
Ülkemiz özeline bakıldığında, hem ulusal hem de ulusla arası yer bilimi uzmanları öz verili çalışmalarla, deprem üretim alanlarının ve büyüklüklerinin tahminde çok başarılı öngörüler geliştirmişlerdir. Sismik ve jeolojik bulgular yüz ölçümümüzün yüzde doksanından fazlasında az ya da çok deprem riski olduğunu açıkça göstermektedir. Yerleşim birimlerimizin; düzensiz, plansız konumları, depremlerin kaynağına olan yakın mesafeleri, yapı stokumuzun niteliği dikkate alındığında söz konusu riskin çok daha yüksek olduğunu göstermektedir.
Ne yazık ki ülkemiz kentleşmede muazzam bir baskı ile karşı karşıyadır ve bunun sonucunda büyük çevresel değişimler yaşamaktadır. Diğer doğal afetlerle birlikte yaşanan sismik faaliyetler ve kent merkezlerinin mevcut büyüme şekli nedeniyle ülkemiz potansiyel bir tehditle karşı karşıyadır. Sadece coğrafi konumu, fay hatları ve standart dışı bina inşaatı açısından değil, aynı zamanda arazi ve arsa planlama konusundaki yetersizliği, ülkemizin olası bir depremde savunmasız kalma ihtimalini arttırmaktadır. Kentsel arazi geliştirme stratejileri, deprem tehlikesini azaltma planlaması dikkate alınarak yapılmamıştır. Bu nedenle, sismik düşüncenin yerel planlama ve arazi kullanımı geliştirme ve yönetim sürecine dahil edilmesi, yıkıcı deprem riskini azaltmak için hayati önem taşımaktadır.
Arazi kullanım planlamasının yanı sıra, yerel ihtiyaçlara göre deprem azaltma politikası oluşturularak, mevzuatının geliştirilmesi kilit adımlardır. Arazi kullanım ve yönetimi politikasını paydaşlarla birlikte oluşturmak için; sorun belirleme, risk değerlendirme, planlama, arazi kullanım yönetimi politikaları geliştirme, mevzuat geliştirme, kaynak değerlendirme ve uygulama gibi temel aşamalarda, atölye çalışmaları, sempozyum ve konferanslar biçiminde katılımcı tartışma zeminleri gerçekleştirilmelidir. Bu sürecin sonunda da politika stratejileri geliştirilmelidir.
Arazi yönetimi; sürdürülebilir kalkınma prensipleri çerçevesinde, kaynakların; politik ve sosyal kurumlar ile yasal düzenlemelerle, insanoğlunun ihtiyaçlarına uygun bir yapıda tahsis edildiği karar verme süreçlerini kapsar. Arazi ve arsa kaynaklarının, bir taraftan ülkenin yerüstü ve yeraltı kaynaklarının değerlendirilmesine yönelik olarak, diğer yandan da; coğrafik, jeolojik ve tektonik yapısı dikkate alınarak olası risklere dirençli yerleşim birimlerinin fonksiyonlarına göre kentsel ve kırsal alandaki konumlarının belirlenmesine yönelik olarak planlanması gerekmektedir.
Kalkınma ve kentleşme politikalarının oluşturulması, kamu altyapısının ve hizmetlerin yönetimi, arazi kullanım politikalarının oluşturulması ve uygulanması, yatırımların planlanmasında mülkiyet transferleri, maden, su, orman, tarım gibi üretim kaynaklarının yönetimi, çevresel etki değerlendirmeleri, deprem başta olmak üzere afetleri azaltma planlarının oluşturulması konularında, arazi yönetimi en önemli araçlardan biridir.
Ülkemiz yerleşim birimlerinin konumuna bakıldığında; çok büyük bölümünün doğrudan aktif fay hatlarının üzerinde ya da çok yakınında olduğu görülmektedir. Sismik dalgaların, kaynaktan itibaren mesafenin fonksiyonu olarak sönümlendiği, etkisini azalttığı dikkatte alındığında; orta ve uzun vadeli bir arazi yönetim ve finansman planı ile bu yerleşim birimlerimizin konumunun değiştirilmesi zorunludur. Bunun dışındaki yaklaşımlar günü kurtarmaktan öteye geçemez.
Fay hatlarının doğrudan üzerinde bulunmayan ancak nispeten yakın olan, çoğu mega kentlerimizdeki yerleşim birimlerimizin de ne yazık ki uygun olmayan zemin koşullarının yanında, teknik ömrünü tamamlamış yapı stoklarından oluştuğu bilinen bir gerçektir. Belirli sıklıkta yaşanması kaçınılmaz olan deprem tehdidini, betonun 50-60 yıllık teknik ömrünü dikkate aldığımızda; bu kentlerimizdeki yapıların, kentsel dönüşüm adı altında aynı lokasyonlarda her 50 yılda bir yıkılıp yeniden yapılması gibi inşaat süreçlerine sokulması; risklerin ve kaynak israfının periyodik olarak yaşatılması demektir. Kaynak israfına neden olacağı belli olan bu tür bir yaklaşım yerine, kentsel gelişim stratejileri oluşturularak, proaktif bir İyileşme ve yeniden yapılandırma uygulamasına gidilmesi gerekmektedir.
Sonuç olarak, depremlerin; insan faaliyetlerine yönelik tehditlerini yok etmek yada en aza indirmek; ülkelerin güvenliği ve bağımsızlığı kadar önemlidir. Bu nedenle deprem gerçeği ile karşı karşıya olan ülkemizde, ulusal bir deprem etki değerlendirme stratejisi ile kapsamlı arazi kullanım ve mekânsal gelişim planı ve deprem güvenli bina uygulamaları prosedürü konularında; kısa orta ve uzun vadeli politikalar; toplumumuzun tüm kesimlerinin katılımı ile oluşturulmalıdır.
Bu amaçla ve siyaset üstü bir yaklaşımla, sadece bugünü değil aynı zamanda geleceğimizi de planlayabilecek özerk yapıda bir “ULUSAL KALKINMA AFET VE ARAZİ YÖNETİMİ KONSEYİ” kurulmalıdır.
Ülkelerin gelişmişliğinin en önemli göstergelerinden biri de deprem başta olmak üzere afet risklerine karşı gösterdiği dirençtir. Gerek ülkemizde gerekse tüm dünyada yaşanan depremler göstermiştir ki deprem gerçeği ile bugün de gelecekte de karşılaşılması kaçınılmazdır.
Ülkemiz özeline bakıldığında, hem ulusal hem de ulusla arası yer bilimi uzmanları öz verili çalışmalarla, deprem üretim alanlarının ve büyüklüklerinin tahminde çok başarılı öngörüler geliştirmişlerdir. Sismik ve jeolojik bulgular yüz ölçümümüzün yüzde doksanından fazlasında az ya da çok deprem riski olduğunu açıkça göstermektedir. Yerleşim birimlerimizin; düzensiz, plansız konumları, depremlerin kaynağına olan yakın mesafeleri, yapı stokumuzun niteliği dikkate alındığında söz konusu riskin çok daha yüksek olduğunu göstermektedir.
Ne yazık ki ülkemiz kentleşmede muazzam bir baskı ile karşı karşıyadır ve bunun sonucunda büyük çevresel değişimler yaşamaktadır. Diğer doğal afetlerle birlikte yaşanan sismik faaliyetler ve kent merkezlerinin mevcut büyüme şekli nedeniyle ülkemiz potansiyel bir tehditle karşı karşıyadır. Sadece coğrafi konumu, fay hatları ve standart dışı bina inşaatı açısından değil, aynı zamanda arazi ve arsa planlama konusundaki yetersizliği, ülkemizin olası bir depremde savunmasız kalma ihtimalini arttırmaktadır. Kentsel arazi geliştirme stratejileri, deprem tehlikesini azaltma planlaması dikkate alınarak yapılmamıştır. Bu nedenle, sismik düşüncenin yerel planlama ve arazi kullanımı geliştirme ve yönetim sürecine dahil edilmesi, yıkıcı deprem riskini azaltmak için hayati önem taşımaktadır.
Arazi kullanım planlamasının yanı sıra, yerel ihtiyaçlara göre deprem azaltma politikası oluşturularak, mevzuatının geliştirilmesi kilit adımlardır. Arazi kullanım ve yönetimi politikasını paydaşlarla birlikte oluşturmak için; sorun belirleme, risk değerlendirme, planlama, arazi kullanım yönetimi politikaları geliştirme, mevzuat geliştirme, kaynak değerlendirme ve uygulama gibi temel aşamalarda, atölye çalışmaları, sempozyum ve konferanslar biçiminde katılımcı tartışma zeminleri gerçekleştirilmelidir. Bu sürecin sonunda da politika stratejileri geliştirilmelidir.
Arazi yönetimi; sürdürülebilir kalkınma prensipleri çerçevesinde, kaynakların; politik ve sosyal kurumlar ile yasal düzenlemelerle, insanoğlunun ihtiyaçlarına uygun bir yapıda tahsis edildiği karar verme süreçlerini kapsar. Arazi ve arsa kaynaklarının, bir taraftan ülkenin yerüstü ve yeraltı kaynaklarının değerlendirilmesine yönelik olarak, diğer yandan da; coğrafik, jeolojik ve tektonik yapısı dikkate alınarak olası risklere dirençli yerleşim birimlerinin fonksiyonlarına göre kentsel ve kırsal alandaki konumlarının belirlenmesine yönelik olarak planlanması gerekmektedir.
Kalkınma ve kentleşme politikalarının oluşturulması, kamu altyapısının ve hizmetlerin yönetimi, arazi kullanım politikalarının oluşturulması ve uygulanması, yatırımların planlanmasında mülkiyet transferleri, maden, su, orman, tarım gibi üretim kaynaklarının yönetimi, çevresel etki değerlendirmeleri, deprem başta olmak üzere afetleri azaltma planlarının oluşturulması konularında, arazi yönetimi en önemli araçlardan biridir.
Ülkemiz yerleşim birimlerinin konumuna bakıldığında; çok büyük bölümünün doğrudan aktif fay hatlarının üzerinde ya da çok yakınında olduğu görülmektedir. Sismik dalgaların, kaynaktan itibaren mesafenin fonksiyonu olarak sönümlendiği, etkisini azalttığı dikkatte alındığında; orta ve uzun vadeli bir arazi yönetim ve finansman planı ile bu yerleşim birimlerimizin konumunun değiştirilmesi zorunludur. Bunun dışındaki yaklaşımlar günü kurtarmaktan öteye geçemez.
Fay hatlarının doğrudan üzerinde bulunmayan ancak nispeten yakın olan, çoğu mega kentlerimizdeki yerleşim birimlerimizin de ne yazık ki uygun olmayan zemin koşullarının yanında, teknik ömrünü tamamlamış yapı stoklarından oluştuğu bilinen bir gerçektir. Belirli sıklıkta yaşanması kaçınılmaz olan deprem tehdidini, betonun 50-60 yıllık teknik ömrünü dikkate aldığımızda; bu kentlerimizdeki yapıların, kentsel dönüşüm adı altında aynı lokasyonlarda her 50 yılda bir yıkılıp yeniden yapılması gibi inşaat süreçlerine sokulması; risklerin ve kaynak israfının periyodik olarak yaşatılması demektir. Kaynak israfına neden olacağı belli olan bu tür bir yaklaşım yerine, kentsel gelişim stratejileri oluşturularak, proaktif bir İyileşme ve yeniden yapılandırma uygulamasına gidilmesi gerekmektedir.
Sonuç olarak, depremlerin; insan faaliyetlerine yönelik tehditlerini yok etmek yada en aza indirmek; ülkelerin güvenliği ve bağımsızlığı kadar önemlidir. Bu nedenle deprem gerçeği ile karşı karşıya olan ülkemizde, ulusal bir deprem etki değerlendirme stratejisi ile kapsamlı arazi kullanım ve mekânsal gelişim planı ve deprem güvenli bina uygulamaları prosedürü konularında; kısa orta ve uzun vadeli politikalar; toplumumuzun tüm kesimlerinin katılımı ile oluşturulmalıdır.
Bu amaçla ve siyaset üstü bir yaklaşımla, sadece bugünü değil aynı zamanda geleceğimizi de planlayabilecek özerk yapıda bir “ULUSAL KALKINMA AFET VE ARAZİ YÖNETİMİ KONSEYİ” kurulmalıdır.