Ülkemizin jeolojik kaderi, binlerce yıldır nice medeniyetin yükselip yıkılmasına tanıklık etmiş bir coğrafyada, sarsılmaz bir gerçeği gözler önüne serer: Deprem, bu toprakların kaçınılmaz bir gerçeğidir.
Ancak ne yazık ki bizler, bu gerçekle yüzleşmekte tarihsel olarak geç kalmış, yaşanan her büyük sarsıntının ardından aynı acıları yeniden yaşamış bir toplumuz.
Deprem, yalnızca yer kabuğunun hareketi değildir; aynı zamanda toplumsal bilinç, yönetişim anlayışı ve mühendislik pratiği açısından da bir turnusol kâğıdıdır. Bu nedenle, depreme karşı yalnızca yapısal önlemlerle değil, aynı zamanda zihinsel ve kültürel dönüşümle mücadele etmek zorundayız. Çünkü depremler değil, ihmalin ve bilgisizliğin beslediği yanlış tercihler can alır.
Bugün yaşadığımız afetler, sadece doğanın değil, insanın da sınavıdır. Bu sınavda başarılı olabilmenin yolu, bilimsel veriler ışığında planlanmış, liyakat esasına dayalı, siyaset üstü bir yaklaşımdan geçmektedir. Depremle mücadelede politika değil, bilim konuşmalıdır. Bu nedenle, ülke olarak ihtiyaç duyduğumuz en temel unsur; kurumsal hafızası güçlü, teknik yeterliliği yüksek ve toplumun güvenini kazanmış bir afet yönetim sistemidir.
Türkiye’deki yapı stoğunun büyük bir kısmı ne yazık ki depreme dayanıksızdır. Bu yapıların bir kısmı mühendislik hizmetinden yoksun olarak inşa edilmiş, bir kısmı ise güncel mühendislik esaslarına aykırı şekilde kullanımda tutulmaktadır. Bu durum, büyük bir toplumsal riski beraberinde getirmektedir. Oysa ki gelişmiş ülkeler, depreme dayanıklı kentleri bir lüks olarak değil, temel bir yaşam hakkı olarak görmektedir. Biz de aynı bakış açısını benimsemek zorundayız.
Depremle yaşamak, onu kaderci bir teslimiyetle kabullenmek değil, ona karşı akılcı, planlı ve sürdürülebilir bir şekilde hazırlanmak demektir. Bu bağlamda, yapı denetim sistemlerinin güçlendirilmesi, yerel yönetimlerin yetkinleştirilmesi ve kamusal farkındalığın artırılması hayati önem taşımaktadır. Ayrıca, imar afları gibi kısa vadeli siyasi kazanımlara odaklanan uygulamalar, uzun vadede can ve mal kaybına neden olmakta, toplumun devlete olan güvenini zedelemektedir.
Depreme karşı gerçek bir direnç, ancak toplumun tüm katmanlarının sorumluluk almasıyla mümkündür.
Bu nedenle, merkezi yönetimden yerel yönetimlere, üniversitelerden sivil toplum kuruluşlarına, bireylerden özel sektöre kadar herkesin elini taşın altına koyması gerekmektedir. Eğitim sistemimizde afet bilincine daha fazla yer verilmeli, çocuk yaşta başlayan bir deprem farkındalığı kültürü oluşturulmalıdır.
Unutulmamalıdır ki, “doğal afet” olarak adlandırılan olayların afete dönüşmesinin temel nedeni, insan eliyle yapılan yanlış tercihler ve ihmal zinciridir. Bilimin ışığında yürümeyen toplumlar, karanlıkta yolunu bulamaz. Depremle yaşama kültürü, bu karanlığa karşı yakılması gereken en güçlü ışıktır.
Sonuç olarak, deprem gerçeği, siyasi tartışmaların ötesinde, tüm toplumu ilgilendiren ulusal bir güvenlik meselesidir. Bu meseleye yaklaşımımız, günü kurtaran değil, yarını inşa eden bir bilinçle şekillenmelidir. Ancak o zaman, kayıplarımızı en aza indirerek, depreme karşı dirençli bir toplum inşa edebiliriz.
Özetle, deprem başta olmak üzere afetler doğanın dili ise bilim, teknoloji ve mühendislik ekseninde çözüm de insanın cevabıdır. Bu nedenle felaket anındaki cesaret değil öncesindeki bilgelik esas olmalıdır.