Tarih boyunca toplumların refah seviyesini belirleyen temel unsur, ekonomik sistemin nasıl şekillendiği ve mülkiyet ilişkilerinin nasıl tesis edildiğidir.
Güç, iktidar ve servet arasındaki bağ, siyasetin doğasını belirleyen en önemli etkenlerden biri olmuştur. Devletler, ekonomik kaynakları kontrol ettiği ölçüde gücünü tahkim eder; ancak bu kontrol, çoğu zaman hukukun üstünlüğünü ve demokratik değerleri tehdit eden bir araca dönüşebilir.
Bugün, Türkiye’de yalnızca yerel yönetimler değil, merkezi idare de benzer bir tehdidin kıskacına sıkışmış durumdadır. Kamu mülkiyetinin belirleyici olduğu bir ekonomik düzen, siyasetin temel dinamiğini bireylerin tercihleri yerine, rant dağıtım mekanizmaları üzerinden kurmaktadır. Bu bağlamda, hukuk ve adalet sistemi, ekonomik vesayetin ve siyasi hesaplaşmaların gölgesinde işleyen bir yapıya dönüşmekte; demokratik seçim süreçleri, ekonomik bağımlılığın gölgesinde anlamını yitirmektedir.
Peki, bu çıkmazın üstesinden gelmenin yolu nedir? Yanıt, kişilerin ya da partilerin değişmesiyle değil, sistemin temellerinin yeniden inşa edilmesiyle mümkündür.
Kamusal Mülkiyetin İktidar Aracı Olarak Kullanılması
Türkiye’de kamu kaynakları; imparatorluktan-cumhuriyete uzun yıllardır siyasi iktidarların elinde bir güç mekanizması olarak şekillenmiştir. Merkezi idareden yerel yönetimlere kadar kamu mülkiyetinin kontrolü, siyasetçileri seçmen üzerindeki en güçlü belirleyici aktör hâline getirmiştir. Özel mülkiyetin ve serbest girişimin ikinci planda olduğu bu sistemde, bireysel ekonomik bağımsızlık yerine devlet güdümlü bir refah anlayışı teşvik edilmiştir.
Bu durum, yerel yönetimler ile merkezi idare arasında kaçınılmaz bir gerilim yaratmakta, iktidar değişimlerinde yaşanan hukuki süreçler, siyasi hesaplaşmaların aracı hâline gelmektedir. Geçmişte de hem merkezi yönetim hem de yerel yönetimler ekseninde sayısız örnekleri yaşanan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Ekrem İmamoğlu ve ekibine yönelik soruşturmalar da bunun bir tezahürüdür. Özünde de sistemik kronik bir sorundur. Bugün yerel yönetimlere haklı-haksız yöneltilen suçlamalar ve yargı süreçleri, geçmişte çok ve çeşitli örnekleri yaşandığı üzere, gelecekte merkezi iktidarlar için de benzer şekilde devreye girebilir.
Oysa asıl mesele, kişisel hesaplaşmalar değil, sistemin kendisidir. Eğer ekonomi ve mülkiyet ilişkileri, merkezi veya yerel iktidarın bir aracı olmaktan çıkarılmazsa, kimin yönettiğinden bağımsız olarak bu döngü sürecektir.
Kişilerden Bağımsız Bir Sistem İnşa Etmek
Demokratik bir devletin temel güvencesi, hukukun üstünlüğü ve ekonomik bağımsızlığın toplumun tüm kesimlerine yayılmasıdır. Bu, ancak bireylere ekonomik özgürlük tanıyan, üretkenliği teşvik eden ve kamu mülkiyetinin siyasi bir koz olmaktan çıkarıldığı bir düzen ile mümkündür.
Bu noktada, teknokratlar, ekonomistler, sosyologlar, hukukçular, siyaset bilimciler ve iş dünyasının temsilcileri, siyaset üstü bir yaklaşımla ülkenin geleceği için ortak bir zeminde buluşmalı ve siyaset üstü bir düzlemde yapısal reformlar için çözüm üretmelidir. Çünkü sorun yalnızca bir parti ya da bir lider değişimiyle çözülecek kadar yüzeysel değildir. Esas mesele, sistemin kendisini değiştirmek ve sürdürülebilir bir demokrasi inşa etmektir.
Bu doğrultuda;
Kamusal mülkiyetin ve ekonomik kaynakların dağıtımını siyasetin güdümünden çıkaracak bağımsız mekanizmalar oluşturulmalıdır.
Özel sektörün üretkenliğini artıracak, ekonomik bağımsızlığı güçlendirecek politikalar geliştirilmelidir.
Yerel yada merkezi iktidarın, yargıyı ve ekonomiyi bir silah olarak kullanmasını engelleyecek denge-denetleme sistemleri güçlendirilmelidir.
Sivil toplumun ve akademinin politika üretme süreçlerine doğrudan katılımı sağlanmalıdır.
Türkiye’nin geleceği için sistem, bireylerin ve siyasi figürlerin insafına bırakılmayacak şekilde yeniden tasarlanmalıdır. Çünkü güçlü bireyler değil, güçlü kurumlar demokrasiyi ayakta tutar.
Adaletin ve Ekonomik Özgürlüğün Geleceği
Bugün, Türkiye’de adaletin ve demokrasinin geleceği, ekonomik sistemin nasıl şekillendirileceğine bağlıdır. Eğer kamu kaynaklarının dağıtımı bir siyasi araç olmaya devam ederse hangi parti, yerel ya da merkezi iktidara gelirse gelsin, benzer sorunlarla karşılaşılması kaçınılmazdır.
O yüzden mesele sadece bir bakan, bürokrat ya da belediye başkanının yargılanması, bir partinin iktidarda kalması ya da değişmesi değildir. Esas mesele, hukuk sisteminin bağımsızlığını, ekonomik özgürlüğü ve mülkiyet ilişkilerini bireylerin ve toplumun çıkarına hizmet edecek şekilde düzenlemektir.
Özetle, Türkiye’nin geleceği, kişilere bağlı bir siyaset anlayışı ile değil, hukukun üstünlüğünü temel alan, bireyleri özgürleştiren ve üretkenliği teşvik eden bir ekonomik sistem ile güvence altına alınabilir. Ve bu, yalnızca siyasetçilerin değil, ülkenin tüm aydın kesimlerinin sorumluluğudur.