ENERJİDE KÜRESEL AKTÖR OLABİLİR MİYİZ?
Enerji ile kalkınma doğru orantılıdır. Türkiye halen gelişmekte olan bir ülkedir ve de sanayileşmek için çok daha fazla enerji ihtiyacı olacaktır. Yaşamakta olduğumuz kriz, ülkemizde enerji kapasitesinin alternatifli olarak geliştirilmesini ve tasarruflu kullanılmasının önemini açıkça ortaya koymaktadır. Bununla birlikte enerji güvenliği, dünya enerji piyasalarındaki arz gelişmeleri ve ekonomikliği göz önüne alınarak enerji ihtiyacımızın karşılanmasında yerli kaynaklara ağırlık verilmesi şarttır. Ancak, 780 bin kilometre karelik misakı milli sınırları içinde gerek yüzeyde gerek yeraltındaki enerji hammaddeleri başta olmak üzere doğal kaynaklarımızın varlığı maalesef sistematik bilimsel etüt ve arama çalışmalarına yeterli kaynak ayrılmamış olması nedeniyle, tam olarak belirlenememiştir. Basit bir karşılaştırma yapacak olursak; ABD her bir 20 kilometrekarelik alanında yaptığı sondaj çalışmaları ile topraklarının yaklaşık üç bin metre derinliğindeki varlığını yüzde 90 doğruluk derecesi ile belirlemiş ve çoğunu da katma değer yaratacak tarzda ekonomiye kazandırmışken, biz, kısıtlı kaynaklarla yapılan çalışmalarla topraklarımızın en fazla 150-200 m altındaki varlıklarımızı yüzde 50 doğruluk derecesi ile tahmin edebilmekteyiz, dolayısı ile de ulusal ekonomiye yeterince kazandıramamaktayız. Halbuki eğer sadece enerji ithalatı için harcanan meblağın %10 luk kısmı 3-5 yıllık bir projeksiyonla ve bir seferberlik ruhuyla arama çalışmalarına ayrılsa, çok büyük miktarlarda çok çeşitli kaynakları ortaya koyabilecek bir jeolojik yapıya sahibiz. En kısa zamanda bu yönde kararlar alınarak bu ayıptan kurtulmamız, başka bir deyişle topraklarımızın altını da üstünü de bilir hale gelmemiz gerekmektedir. Modern toplum olmanın şartlarından biri de budur. Buradan hareketle de, dışa bağımlı enerji politikamızda stratejik dönüşler yaparak orta ve uzun vadede ulusal kaynaklarımızı devreye koymak durumundayız. Bu aynı zamanda bağımsızlığımızın da teminatı olacaktır. Öyle ise ilk aşamada bilinen kaynaklarımızdan önemli bir rezerve sahip olduğumuz kömürü, çevre dostu teknolojiler kullanarak en kısa sürede enerjiye dönüştürmeliyiz. Eş zamanlı olarak da yenilenebilir enerji kaynaklarımızı hızla ekonomiye katmalıyız. Elbette bu sınırlı bir katkı olur. Esas olarak da gelişen teknolojiyle beraber yeni ve alternatif enerji kaynaklarından yararlanmalıyız. Bu kaynaklardan biri olan, hidrojen; temiz, taşınabilir, yenilenebilir, dönüşebilir, alevli ve katalitik yanmaya, elektrokimyasal dönüşüme uygun olması bakımından fosil yakıtlara göre büyük üstünlükler göstermektedir. Hidrojenin saf oksijenle yanmasından sadece su buharı ortaya çıkması, çevre kirliliğini önlemek açısından da önem taşımaktadır. Tüm bu özelliklerinin yanında hammadde kaynaklarının çeşitliliği de hidrojeni, geleceğin enerji kaynağı yapmaktadır. Bununla birlikte hidrojen enerjisinin yaygınlaşmasında depolama araçları ve bunların hammadde kaynakları da çok önemlidir. Sodyum bor hidrür, hidrojen depolama kapasitesi, yüksek sıcaklıklara kadar kararlı halde kalabilmesi ve patlama riski olmaması nedeniyle en uygun depolama yöntemidir. Bu yönü ile şanslıyız. Tüm Dünyada bilinen bor rezervlerinin yaklaşık %75'ine sahibiz. Ancak borun mevcut tüketim alanlarının kısıtlılığı ve ileri teknolojiye sahip olamamamız nedeniyle rezerv tüketim oranları ülkemiz açısından çok da iç açıcı değildir. Türkiye'nin hidrojen kapasitesine baktığımızda ise ilk göze çarpan veri Karadeniz'deki geniş hidrojen sülfür oluşumudur. Bu varlıklarımız, hidrojen enerjisi kullanımında, ülkemizi önemli aktörlerden biri haline getirebilecek, hem kendi hem de dünyanın enerji gereksiniminin önemli bir bölümünü karşılayabilecektir. Dünya petrol piyasasını elinde bulunduran çok uluslu şirketler de fosil yakıt çağının bitmek üzere olduğunu bildikleri için hidrojen enerjisi teknolojileri ile ilgili çalışmalarına hız kazandırmışlardır. Bugün bile gelişmiş ülkelerde, çok göz önünde olmamakla beraber hidrojen enerjisinin ulaşım başta olmak üzere elektrik üretiminde kullanımına yönelik altyapı çalışmaları devam etmektedir. ABD ve birçok Avrupa ülkesinde akaryakıt istasyonlarına pilot çapta hidrojen dolum birimleri kurulmuş durumdadır. 2050’li yıllara gelindiğinde akaryakıt istasyonlarından, yakıt hücresi ile çalışan otomobilimiz için hidrojen dolumu yapmak rutin bir işlem olacaktır.
Öyle ise ülkemizin, orta ve uzun vadede, Ar-GE faaliyetlerine ağırlık vererek, temel hammadde kaynaklarına tekel seviyesinde hakim olduğumuz hidrojen enerjisine geçiş için uluslar arası işbirlikleri ve projeler geliştirmesi son derece hayatidir. Aksi taktirde geleneksel kullanım alanlarındaki talebi oldukça sınırlı, rezervin de sadece bizde olduğu bir enerji hammaddesi olan bor, çok uluslu şirketlere güven vermeyecek, onları boru ikame edecek araştırmalara yöneltecektir. Esasen bu yönde çalışmalar yapılmakta olduğu da bilinmektedir. Uzun süreden beri çok uluslu tekellerin, devletçe üretilmekte olan bor madenlerimizin özelleştirilmesi yönündeki baskı ve lobi faaliyetlerinin asıl nedeni, herhalde geleneksel tüketim alanlarındaki toplam 5-10 milyar dolar katma değerli boyut olmayıp, yakın geleceğin enerji konseptindeki 500 milyar dolarlık boyutlar olsa gerektir. Bu değeri, akılcı bir politika ile yönetmemiz ve mevcut bor rezervlerimizin yerine geçecek ürünlerin bulunarak, bu varlığımızın toprak haline dönüştürülmesini engellememiz acil bir görevdir. Bu strateji ile .birlikte, enerji transferine uygun jeopolitik konumumuz, .sadece ekonomimize daha fazla katma değer kazandırılmayacak, aynı zamanda enerji savaşlarının yıkıcı etkilerinin azaltılması sağlanarak Dünya barışına katkıda bulunulacaktır. Orta vadede ise Dünya enerji ve ekonomi politikalarına yön veren bir konum kazanılacaktır. Ancak bu yolla bağımsızlığımız korunacak ve hedeflenen saygınlık kazanılabilecektir. Bu nedenle gerek iktidarın gerekse iktidar hedefleyen muhalefetimizin günü birlik kısır tartışmaları bırakıp acilen bu alanda çok yönlü projeler üretmeleri hayatiyet arz etmektedir.