“Bir ekonomi, borcunu çevirebildiği sürece yaşar; çeviremediği anda yöneticilerin değil, halkın uykusu kaçar.”
Anonim ekonomik kural, krizlerin ortak özeti
Bu sabah açıklanan bir veri ekonomi kulislerinde sessiz ama derin bir sarsıntı yarattı: Türkiye'nin kısa vadeli dış borç stoku Mart ayı itibarıyla 174,6 milyar dolar seviyesinde. Kulağa teknik geliyor olabilir ama gelin bu sayıyı birlikte tercüme edelim: Bu, Türkiye'nin önümüzdeki 12 ay içinde geri ödemesi veya çevirmesi gereken dış borç yükümlülüğüdür. Yani bu borcun her bir doları, zamanla yarışan bir sorumluluğu temsil ediyor.
Bu tür borçları zamanında çeviremediğinizde, domino taşı gibi pek çok göstergeniz devrilmeye başlar. Döviz talebi artar, rezervler erir, kur yükselir, enflasyon şaha kalkar. Hatırlayalım, 1994 krizinde sabah 14 bin lira olan dolar, öğleden sonra 38 bine fırlamıştı. 2001’de bankalararası sistem kilitlendi, gecelik faizler bir günde %7.500’ü gördü. O krizlerin ortak noktası neydi? Kısa vadeli dış borcun çevrilememesi.
Bugün elimizde daha karmaşık ama daha kırılgan bir tablo var. Küresel faizler yükseliyor. ABD Merkez Bankası hâlâ sıkı para politikasında ısrarlı. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler, sermaye çekmekte daha fazla zorlanıyor. Yani o 174,6 milyar doları çevirmek, sadece teknik bir konu değil; aynı zamanda ciddi bir güven testi.
Üstelik bu borçlar sadece kamunun değil; özel sektörün, bankaların, hatta zaman zaman reel sektörün omzunda. Dolayısıyla bu yük sadece Merkez Bankası’nın değil, ekonominin tüm oyuncularının meselesi. Kısacası, ülke ekonomisinin tamamı 12 ay gibi kısa bir vade içinde döndürülecek kaynaklara mahkûm olmuş durumda.
Bu borcun bize etkisi doğrudan cebimize yansır. Kur oynar, ithalat pahalanır, marketteki etiket değişir. Bugün aldığınız deterjan, çocuğunuzun sütü, akaryakıtın litresi doğrudan döviz kuruna bağlı. Dış borçtaki kırılganlık arttıkça, enflasyonun dizginlenmesi daha da zorlaşır. Yani dış borç sadece bir devlet meselesi değil, mutfak meselesidir.
Dünyada bu sorunu farklı çözen ülkeler var. Güney Kore, 1997 Asya krizinden sonra kısa vadeli dış borcun milli gelirdeki payını düşürüp rezervlerini güçlendirdi. Çin, büyük ölçekli rezerv yapısıyla kısa vade baskısını etkisiz hâle getiriyor. Biz ise hâlâ döngüsel dalgaların içindeyiz. Döviz gelirimiz yeterince güçlü değil, sanayimiz ithalata bağımlı, hukuk ve öngörülebilirlik eksikliği de dış kaynak girişini zayıflatıyor.
Peki çıkış yolu nedir?
İlk olarak, borç vadesini uzatmalıyız. Borç yükümüzü yıllara yaymak, panik havasını ortadan kaldırır. İkincisi, yatırımcı güvenini yeniden inşa etmeliyiz. Bu sadece faiz politikası değil; hukuk, şeffaflık, öngörülebilirlik gibi temel değerlerle mümkün olur. Üçüncüsü, dış borcu üretimle dengelemeliyiz. Daha çok üretmeli, daha çok ihraç etmeli, daha çok katma değer yaratmalıyız.
Ve en önemlisi: Vatandaş ne yapmalı?
Birey olarak bizim de bu süreçte yapabileceklerimiz var. Öncelikle, dövizle borçlanmaktan uzak durmalıyız. Gelirimiz Türk lirasıysa, giderimizin de TL olması gerekir. Harcamaları kontrol altına almak, küçük ama sürdürülebilir birikimler yapmak, hatta basit anlamda bir döviz/altın sepeti oluşturmak, dalgalı dönemlerde sağlam bir kalkan olur. Ayrıca, sabit gelirliyseniz, açıkta kalmamak için bugünden kış planınızı yapmalısınız.
Ekonominin dili teknik olabilir, ama etkisi oldukça insani. Bu nedenle rakamların ötesini görmeliyiz. 174,6 milyar dolarlık kısa vadeli dış borç, yalnızca bir istatistik değil; ekonomik direnç testimizin ölçüsüdür.
Unutmayalım: Zamana karşı yarışıyoruz. Ve bu yarışta kaybettiğimiz her gün, en çok dar gelirliye, sabit ücretliye, küçük işletmelere zarar verir. Kazanmak için doğru verilerle, doğru stratejilerle ve kararlı adımlarla ilerlemeliyiz. Yoksa, krizler tarihte değil, hayatımızın tam ortasında yeniden başlar.