Ekonominin ruh hali genellikle piyasanın grafiğinde değil, insanların yüzündedir. Türkiye’de son yıllarda o yüz biraz daha temkinli, biraz daha “devlet bakıyor mu” diye etrafa bakan bir hal aldı.
Çünkü artık piyasayı yönlendirenler sadece bilanço sahipleri değil; devletin yeni ekonomi mimarları da sahnede.
TMSF’nin kontrolündeki şirket sayısı 1000’i geçtiğinde, bu tablo bir istatistik olmaktan çıkıp bir stratejiye dönüştü. Resmî gerekçe: yolsuzlukla mücadele, finansal şeffaflık, adalet… Ama sokağın kulağına gelen hikâye biraz daha farklı: “Kimin ekonomisi, kimin eliyle yönetiliyor?”
Aslında bu hikâyeyi yeni okumuyoruz. 1950’lerde “milli burjuvazi” yaratma gayretiyle ithalat lisanslarının kimlere verildiğini konuşuyorduk; 1980’lerde Özal dönemiyle “serbest piyasa” dedik ama krediler yine aynı dar çemberde dolaştı. 2001 krizi sonrasında TMSF’nin el koyduğu bankalar “tasfiye” edilip satıldığında, yabancı sermaye ülkeye “yeniden doğmuş” şirketlerle girdi. Şimdi 2020’lerde, o döngü tersine dönüyor: devletin eli yeniden ekonominin direksiyonunda.
Peki bu, bir “kriz refleksi” mi, yoksa planlı bir “sermaye reformu” mu?
Financial Times’ın da vurguladığı gibi, devlet artık sadece düzenleyici değil, aktif oyuncu. 1000 şirket, yüzbinlerce çalışan, milyarlarca liralık ciro... Türkiye ekonomisinin yaklaşık %8’i doğrudan kamu denetiminde dönüyor.
Kamu maliyesine bakan biri için bu, seçim öncesi bir “fiscal cushion” (mali tampon). Piyasaya bakan biri içinse “sermayenin yeni yönü”: yakın olan kazanıyor, uzak olan satıyor.
Ama burada esas mesele ideolojik değil, yapısal.
Son on yılda dünyada da “devlet kapitalizmi” yükselişte. Çin, Hindistan, Rusya, hatta pandemiden sonra ABD bile kamunun rolünü büyüttü. Fakat Türkiye’nin farkı, bu sürecin bir ekonomik yönetim felsefesi olarak değil, bir siyasi denge aracı olarak yaşanması.
TMSF’nin ya da benzeri kurumların ekonomik araçtan politik mimara dönüşmesi, hem yerli yatırımcıya hem yabancıya aynı mesajı veriyor: “Piyasa var, ama patron değişti.”
Tarihsel bir kıyas:
1990’ların sonunda Türkiye’de devletin GSMH içindeki payı %36 idi. 2024 sonunda bu oran yeniden %40’a dayandı. Yani özelleştirmelerle satılan alanlar kadar yeni kamu kontrolü alanları da açıldı.
Üstelik bu, klasik kamulaştırma değil; “geçici el koyma” ve “yönetim devri” üzerinden ilerleyen bir hibrit model.
Yani devlet artık doğrudan mülkiyetin değil, nüfuzun sahibidir.
Bu tablo, mikro düzeyde vatandaşın cebine nasıl yansıyor?
Basit: güven endeksi.
TÜİK’in Eylül 2025 verisine göre, tüketici güven endeksi 71,5’le son 11 ayın dibinde. Çünkü herkes biliyor ki serbest piyasa, serbest değil; rekabet, seçici.
Halkın parası ise bu seçiciliği çok iyi sezdi: 2021’de bireysel mevduatın %57’si döviz cinsindeydi, bugün hâlâ %55 civarında.
“TL’ye güven” kampanyaları bir yana, asıl güvensizlik hissi piyasaya değil, oyun kurallarına karşı.
Ama işin ironisi şu:
Devletin ekonomideki artan rolü, kısa vadede istikrar algısını güçlendiriyor.
Kamu eliyle denetlenen sektörlerde batık riskleri azalıyor, maaşlar aksatılmıyor, bütçe kontrolü görsel olarak sağlanıyor.
Fakat uzun vadede bu “koruma refleksi”, yatırım iştahını törpülüyor.
Bir ekonomide belirsizlik sadece fiyatla ilgili değil, otoriteyle ilgilidir.
Otorite kuralın yerine geçince, fiyatın anlamı da kalmıyor.
Yine de bu dönüşümü sadece negatif okumak haksızlık olur.
Zira Türkiye, 2023–2025 döneminde özel sektör borçlanmasını %18 azalttı, kamusal yatırımları ise %22 artırdı.
Yani devlet ekonomiye “yük olmuyor”, ekonominin yükünü sırtlıyor.
Fakat mesele şu: bu sırtlamanın sınırı nerede?
Tarih bize şunu öğretti: devletin ekonomideki rolü bir noktadan sonra refleks değil, refleksolojiye dönüşür; her ağrıya aynı ilaç verilir.
Son tahlilde, Türkiye’nin bugünkü tabloyu “sermaye reformu” olarak mı yoksa “kriz tamiri” olarak mı yaşayacağını belirleyecek olan şey şu:
Piyasa, devleti korkmadan alkışlayabilecek mi?
Yoksa her müdahale, “acaba sıra bana mı geliyor?” tedirginliği mi yaratacak?
Ekonominin güven temelli bir sistem olduğunu unuttuğumuzda, grafikler değil, yüz ifadeleri düşer.
Ve belki de o zaman, en değerli yatırım aracı bir hisse senedi değil, bir nefeslik öngörü olur.






















