ÜNİVERSİTE ve MESLEKİ EĞİTİM
Yüksek öğrenimde bence üzerinde hassasiyetle durulması gereken hususlardan biri de meslek yüksekokulları ve dolayısıyla mesleki eğitim.
Dört yarıyıl süreyle meslek eğitimi veren bu yüksekokullar mezunlarına iş bulma konusunda dişe dokunur bir avantaj sağlamıyor.
Zira sağlık alanı hariç, mezunların sektördeki mesleki faaliyetlerine yönelik herhangi bir yasal düzenleme yok.
Meslek yüksekokulu mezunları sektöre geçişte meslek lisesi diplomalılar, belediyelerin meslek edinme kurslarından veya halk eğitim merkezlerinden sertifikalılarla ciddi bir rekabete giriyor veya açık öğretimden lisans derecesini tamamlayıp farklı alanlarda iş arıyor.
Ara eleman yetiştirme işlevini üstlenen bu okullarımız bugün artık bu işlevlerinden hayli uzaktalar.
Dikey geçiş sınavları ve açık öğretim kanalıyla mezunlarını ağırlıklı olarak dört yıllık lisans eğitimine yönlendiren bir sistem haliyle ara eleman yetiştirmede beklenen performansı gösteremiyor.
Bildiğiniz sebep sonuç ilişkisi.
Konumuz değil ama lafı geçmişken arz edeyim, bir kenarda dursun. Açık öğretim de yükseköğretimin bir başka önemli sorunu. Gün gelir konuşuruz.
Ara eleman olsun olmasın, bir meslek eğitiminin okulda tamamlanması zaten mümkün değil.
Böyle de bir gerçek var.
Meslek icra edilirken öğreniliyor, usta nezaretinde.
Üniversitede olsa olsa bu öğrenmenin nasıl olacağı öğretilebilir.
Mevzu iki yıllık mezun, dört yıllık mezun ayırımından öte bir şey.
“ABC bölümünden mezunum, ama dört yıllık olanından” ifadesi gençlerimize nitelik kazandıran ayırt edici bir özellik söylemi olmamalı.
Bu itibarla ülkemizde meslek eğitiminin yükseköğretim boyutunda bir bütün olarak yeniden tasarlanması, liselerin, belediyelerin, halk eğitim merkezlerinin ve akademinin bu kapsamda işlevinin net ve gerçekçi bir şekilde tanımlanması gerekiyor.
Üniversite sonrası mesleki eğitim süreci de eğitim süreleri de yeniden değerlendirilerek, yukarıdaki kapsama alınmalı.
Örneğin günümüzde işletme lisans diploması sekiz yarı yıllık eğitim sonunda alınmakta ve muhasebe meslek mensubu olmak isteyenler staja başlama sınavı, staj ve yeterlilik sınavlarını kapsayan üç, dört yıllık bir sürecin sonunda meslek mensubu olabilmekte.
Oysa günümüz şartlarında, işletme lisans diploması almak için altı yarı yıllık bir eğitim ziyadesiyle yeterli. Bu eğitim sonrasında ise meslek örgütü tarafından tasarlanacak örneğin, bir yıllık bir mesleki eğitim almak zorunda olan adayın akabinde sınavlarını vererek meslek ünvanını alması, stajyer muhasebeci olarak çalışmaya başlaması, süresini doldurduğunda da yanında staj yaptığı ustasının oluruyla mesleğe uygulayıcı olarak adım atabilmesi pekâlâ mümkün.
Biz ne yapıyoruz, meslek eğitimi vermeden meslek edindirmeden adayı stajyer yapıyoruz.
“Ne stajyerisin” diye sorsan, verecek cevabı yok.
Sade stajyer!
Hazırlık dershanelerinde rahle-i tedristen geçip sınavı veren sade stajyer.
Yetmiyor, tamamen teorik derslerle donatılmış bir yüksek lisans programından alınan diplomayla tamamen uygulama olan stajın süresini kısaltıyoruz.
Serde muhasebecilik olunca örnekler de muhasebe mesleğinden geliyor haliyle.
İdare ediverin artık.
Ancak eminim ki yukarıda bahsettiğim iyileştirme faaliyetlerinin mühendislik hukuk gibi diğer mesleki alanlarda da hayata geçirilmesi gereken bir boyutu var.
Tıpta dahi!
Tıpta uzmanlık sınavına yönelik hazırlık dershaneleri var memlekette yahu!
Üniversite öncesi hazırlık dershanelerini kapat, üniversite sonrası dershanelerini sal gitsin.
Kendi içinde çelişiyor sanki, ne dersiniz?
Memleket de adeta bir sınav cenneti, kitapçıya girip sınav hazırlık kitaplarının çeşitliliğini bir görün!
Gerçek şu ki sınava dayalı bir sitemle kaliteyi artıramazsınız.
Sadece kalitenin belirli bir seviyenin altına düşmemesini sağlarsınız, o kadar.
Gel gör ki mesele de o alt seviye.
İşte bu nedenle içerik ve kapsama alanı açısından yaygın bir iyileştirme projesiyle yükseköğrenimde
mesleki eğitimi daha verimli, üniversite sonrası mesleğe kabul sürecini daha etkin ve etken bir hale
getirmek zorundayız.
Meslek eğitiminde önemli bir başlık da meslek içi sürekli eğitim, hiç kuşkusuz.
Meslek mensubunun kendisini güncel tutmasını sağlayan ve zorunlu olan bu tür eğitimler meslek eğitiminin yükseköğretimden ibaret olmadığının en güzel kanıtıdır.
Mesleklerin tanımlanması, mesleki düzenlemelerde meslek odalarına işlevsellik kazandırılması bu nedenle önem arz ediyor.
Meslek eğitimini bütünüyle bir üniversite ürünü olarak görmek ve bu yönde tasarlamak mesleki eğitimin kalitesinin istenen düzeye gelmesini engelliyor, üniversitelerde de verimi düşürüyor.
Üniversitelerimizin bir diğer sorunu da kendilerini tanımlama sorunu.
Diğer bir ifadeyle, üniversiten kendisini bilmesi gerekiyor. Araştırmacılar bilimsel araştırmalara ve
bilim adamı yetiştirmeye odaklanmalı, sektöre nitelikli ancak henüz hazır olmayan eleman yetiştirmeye yönelik olanlar ise daha çok eğitim-öğretim odaklı olmalı, alt akademik birimlerinin pozisyonlarını da bu kapsamda belirlemelidir.
Sektöre yönelik eğitime ayrılan bütçe ile araştırma geliştirme faaliyetlerine ayrılan bütçe arasındaki
etkileşim en aza indirildiği için üniversitelerde kaynak kullanım etkinliği artacak, arge faaliyetlerinin bir
çıktısı olan patentler daha da nitelik kazanacaktır.
Nitelikli patent derken nakit üreten patenti kastediyorum.
Bir buluş kiralamak (lisans vermek) veya satmak (devir) suretiyle makul bir sürede nakit üretemiyorsa
patent elde kaldı demektir.
O manada yani!
İşletmeye para olarak dönen, dönecek olan varsa varlıktır, dönmeyen gider.
Öyle deriz biz muhasebeciler.
Yükseköğretim, mesleki eğitim derken patente oradan da paraya bağladık.
Salgından hep bunlar.
Derin düşüncelere salıyor insanı, bazen de savuruyor böyle.
Hoşgörün.
Dört yarıyıl süreyle meslek eğitimi veren bu yüksekokullar mezunlarına iş bulma konusunda dişe dokunur bir avantaj sağlamıyor.
Zira sağlık alanı hariç, mezunların sektördeki mesleki faaliyetlerine yönelik herhangi bir yasal düzenleme yok.
Meslek yüksekokulu mezunları sektöre geçişte meslek lisesi diplomalılar, belediyelerin meslek edinme kurslarından veya halk eğitim merkezlerinden sertifikalılarla ciddi bir rekabete giriyor veya açık öğretimden lisans derecesini tamamlayıp farklı alanlarda iş arıyor.
Ara eleman yetiştirme işlevini üstlenen bu okullarımız bugün artık bu işlevlerinden hayli uzaktalar.
Dikey geçiş sınavları ve açık öğretim kanalıyla mezunlarını ağırlıklı olarak dört yıllık lisans eğitimine yönlendiren bir sistem haliyle ara eleman yetiştirmede beklenen performansı gösteremiyor.
Bildiğiniz sebep sonuç ilişkisi.
Konumuz değil ama lafı geçmişken arz edeyim, bir kenarda dursun. Açık öğretim de yükseköğretimin bir başka önemli sorunu. Gün gelir konuşuruz.
Ara eleman olsun olmasın, bir meslek eğitiminin okulda tamamlanması zaten mümkün değil.
Böyle de bir gerçek var.
Meslek icra edilirken öğreniliyor, usta nezaretinde.
Üniversitede olsa olsa bu öğrenmenin nasıl olacağı öğretilebilir.
Mevzu iki yıllık mezun, dört yıllık mezun ayırımından öte bir şey.
“ABC bölümünden mezunum, ama dört yıllık olanından” ifadesi gençlerimize nitelik kazandıran ayırt edici bir özellik söylemi olmamalı.
Bu itibarla ülkemizde meslek eğitiminin yükseköğretim boyutunda bir bütün olarak yeniden tasarlanması, liselerin, belediyelerin, halk eğitim merkezlerinin ve akademinin bu kapsamda işlevinin net ve gerçekçi bir şekilde tanımlanması gerekiyor.
Üniversite sonrası mesleki eğitim süreci de eğitim süreleri de yeniden değerlendirilerek, yukarıdaki kapsama alınmalı.
Örneğin günümüzde işletme lisans diploması sekiz yarı yıllık eğitim sonunda alınmakta ve muhasebe meslek mensubu olmak isteyenler staja başlama sınavı, staj ve yeterlilik sınavlarını kapsayan üç, dört yıllık bir sürecin sonunda meslek mensubu olabilmekte.
Oysa günümüz şartlarında, işletme lisans diploması almak için altı yarı yıllık bir eğitim ziyadesiyle yeterli. Bu eğitim sonrasında ise meslek örgütü tarafından tasarlanacak örneğin, bir yıllık bir mesleki eğitim almak zorunda olan adayın akabinde sınavlarını vererek meslek ünvanını alması, stajyer muhasebeci olarak çalışmaya başlaması, süresini doldurduğunda da yanında staj yaptığı ustasının oluruyla mesleğe uygulayıcı olarak adım atabilmesi pekâlâ mümkün.
Biz ne yapıyoruz, meslek eğitimi vermeden meslek edindirmeden adayı stajyer yapıyoruz.
“Ne stajyerisin” diye sorsan, verecek cevabı yok.
Sade stajyer!
Hazırlık dershanelerinde rahle-i tedristen geçip sınavı veren sade stajyer.
Yetmiyor, tamamen teorik derslerle donatılmış bir yüksek lisans programından alınan diplomayla tamamen uygulama olan stajın süresini kısaltıyoruz.
Serde muhasebecilik olunca örnekler de muhasebe mesleğinden geliyor haliyle.
İdare ediverin artık.
Ancak eminim ki yukarıda bahsettiğim iyileştirme faaliyetlerinin mühendislik hukuk gibi diğer mesleki alanlarda da hayata geçirilmesi gereken bir boyutu var.
Tıpta dahi!
Tıpta uzmanlık sınavına yönelik hazırlık dershaneleri var memlekette yahu!
Üniversite öncesi hazırlık dershanelerini kapat, üniversite sonrası dershanelerini sal gitsin.
Kendi içinde çelişiyor sanki, ne dersiniz?
Memleket de adeta bir sınav cenneti, kitapçıya girip sınav hazırlık kitaplarının çeşitliliğini bir görün!
Gerçek şu ki sınava dayalı bir sitemle kaliteyi artıramazsınız.
Sadece kalitenin belirli bir seviyenin altına düşmemesini sağlarsınız, o kadar.
Gel gör ki mesele de o alt seviye.
İşte bu nedenle içerik ve kapsama alanı açısından yaygın bir iyileştirme projesiyle yükseköğrenimde
mesleki eğitimi daha verimli, üniversite sonrası mesleğe kabul sürecini daha etkin ve etken bir hale
getirmek zorundayız.
Meslek eğitiminde önemli bir başlık da meslek içi sürekli eğitim, hiç kuşkusuz.
Meslek mensubunun kendisini güncel tutmasını sağlayan ve zorunlu olan bu tür eğitimler meslek eğitiminin yükseköğretimden ibaret olmadığının en güzel kanıtıdır.
Mesleklerin tanımlanması, mesleki düzenlemelerde meslek odalarına işlevsellik kazandırılması bu nedenle önem arz ediyor.
Meslek eğitimini bütünüyle bir üniversite ürünü olarak görmek ve bu yönde tasarlamak mesleki eğitimin kalitesinin istenen düzeye gelmesini engelliyor, üniversitelerde de verimi düşürüyor.
Üniversitelerimizin bir diğer sorunu da kendilerini tanımlama sorunu.
Diğer bir ifadeyle, üniversiten kendisini bilmesi gerekiyor. Araştırmacılar bilimsel araştırmalara ve
bilim adamı yetiştirmeye odaklanmalı, sektöre nitelikli ancak henüz hazır olmayan eleman yetiştirmeye yönelik olanlar ise daha çok eğitim-öğretim odaklı olmalı, alt akademik birimlerinin pozisyonlarını da bu kapsamda belirlemelidir.
Sektöre yönelik eğitime ayrılan bütçe ile araştırma geliştirme faaliyetlerine ayrılan bütçe arasındaki
etkileşim en aza indirildiği için üniversitelerde kaynak kullanım etkinliği artacak, arge faaliyetlerinin bir
çıktısı olan patentler daha da nitelik kazanacaktır.
Nitelikli patent derken nakit üreten patenti kastediyorum.
Bir buluş kiralamak (lisans vermek) veya satmak (devir) suretiyle makul bir sürede nakit üretemiyorsa
patent elde kaldı demektir.
O manada yani!
İşletmeye para olarak dönen, dönecek olan varsa varlıktır, dönmeyen gider.
Öyle deriz biz muhasebeciler.
Yükseköğretim, mesleki eğitim derken patente oradan da paraya bağladık.
Salgından hep bunlar.
Derin düşüncelere salıyor insanı, bazen de savuruyor böyle.
Hoşgörün.
Hocam ; Eğitim sistemimizi çok güzel özetlemişsiniz. Ülkemizde 06 yaşından hemen hemen 25 yaşına kadar sınavlara ve dersane'lere dayalı model var. Tamamen bu yaş grubunu okullarda tutarak gerçek hayattan kopuk sanal bir dünya. İlk okulda oyun oynayamıyorlar, Orta okul ve lisede de gençliklerini yaşayamıyorlar. Yüksekokul ve Üniversitelerde ise hayata hazırlanamıyorlar. Dedim ya sanal bir eğitim modeli. Böyle gelmiş böyle gitmez , gitmiyor da zaten