SAVAŞAN İNSAN |
İnsanlar da dahil hayvanlar ve bazı -et yiyen çiçekler gibi- bitkilerin de içinde olduğu büyük savaş, tarihi ilk canlı yapıların dünya üzerinde görülmesine kadar giden bir süreçtir. Savaş kavramının insani temeli: Hayvanlarda da olan av güdüsüne kadar uzanır. Savaşın, ortamına ve taraflarına göre isimleri vardır. Bazen ‘hayatta kalmak’ yahut daha belgesel ifadesi ile ‘yaşam mücadelesi’ şeklinde duyduğumuz bütün süreçler aslında tam anlamı ile birer savaştır. Bu -bilindik- süreçlerde bizler (insan olarak) öyle çok üstün vasıflar göstermiş canlılar falan da değiliz. Bizler, canlılar tarihinin milyonlarca yıllık sürecinde topu-topu sekiz yahut dokuz bin yılı hayvanlardan farklı yaşadık. O sürecin de sonu: Ya geldi, yahut gelecek. Bunu bizler, bizler değilse bile bir yahut iki nesil (~50-60 yıl) sonra doğacak olanlar sonlandıracak gibi gözüküyor.
İşte bu yaşam mücadelesinin teknik tanımlarını yapan, sınıflandıran, yöntem ve metotlar ile açıklayan bizler; ihtiyaçlarımızı gidermek için, gerekli olan her şey için, zorbalık da dahil bir mücadele içerisindeyiz. Savaş tanımını; bu zorbalığın topyekün yapılmaya başladığı ilk tarihten başlatabiliriz. Yaban insanını bir kenara koyarsak, kargalar gibi alet kullanmayı öğrenmemiz ile birlikte ilk insanın elinde taş ve sopa hayal etmek hiç de zor değildir. Savaşan insan, o anki kıt zekası ile bile elindeki gücün farkına varmış ve diğerleri; bu güçlünün liderliğinde küçük topluluklar oluşturmuştur.
İnsan, teknikler ve aletler ürettikçe hayvani doğallığından uzaklaşmıştır. Asıl yabanileşme de budur. Yaşadığımız ortama uyumsuz, hırsı ve doymak bilmez iştahı ile hep daha fazlasını isteyen, şuursuz isteklerimizin sonucunda bu günlere geldik.
Taş ve sopadan kesici aletlere, metallerin işlenmesi ile basit silahlara kadar yaptığımız tüm gereçler hep zarar verme üzerine kurgulanmış. Yazılı tarihin tümü neredeyse hep savaşları anlatır. Yani tarih diye okuduğumuz tüm geçmiş, savaş ve kan dolu bir hikayeden başka bir şey değildir. O metinleri edebi bir hikayeden ayıran tek fark: Yaşanmış olmasıdır!
İlkel silahları kullanan insanlar da tüm canlılar ile eşit kurallara, yani tabiat kurallarına bağlıydılar. Yazının, hatta -belki de- konuşmanın bile olmadığı kadar eski dönemlerde insanlar doğa felsefesinin kuralları ile yaşıyordu. Bu felsefenin en önemli kuralı ‘gerekliliktir’! Gereklilik; aşırılıklardan, bireysel zenginlikten uzak bir doğallık içinde yaşamaktır.
Doğa felsefesinin içgüdü kitabını okumuş olarak doğan vahşi hayvanlar; ‘sürü’ diyerek aşağıladığımız toplumsal yapıları oluşturduklarında belki de insan daha; bugünkü anlamda bir ‘insan’ bile değildi.
Ama vahşi hayvanlar, (bu vahşi lafı da dangalakça bir laftır. Bir ara ona da girmek lazım.) kendi hayvansal toplumlarında emir komuta zinciri içerisinde çalışırlar. Toplumlarının üyelerini beslemek için av operasyonları yaparlar. Kurtlar ve aslanlar gibi pek çok hayvan bu ekip çalışmasını çok iyi bilir. Strateji ve pusu teknikleri konusunda uzmandır. Saldırı gücü, emir-komuta ilişkisini iyi koordine eden görevliler sayesinde gücünün doruğuna ulaşır. Yüzlerce avlanma tekniğin arasından o anda karşılarındaki hedef için en uygun olan belirlenir. Tam bir itaat içerisinde uygulanır.
Her savaşta olduğu gibi başarı vardır yahut yoktur. Ama amaç hep aynıdır. Bu amacı toplum belirler. Yani insanda olduğu gibi bir tanesinin keyfine-tercihine kalmaz. Lider, liderliğini sürekli sorgulanmaya açık bir ortamda belirli bir hiyerarşi ile hüküm sürer. Hayvan toplumunda dahi öncelik yavrulardadır. Korunur, iyi beslenir, gözetilir. Onlar bile, geleceğin, gençlerin olduğunu bilir!…
Avlanmak hayvansal bir güdüdür ve insanoğlu yemek için hayvan peşinde koşmaktan pek de ileri gidememiştir. Toplumsallaşma adı altında bir araya gelen insanlar temel gereksinimi olan yemek ihtiyacını her çağda ön planda tutmuş. Ama alet kullanarak gücüne güç katan insan; önce ağaçlara ve hayvanlara; sonrada başka insanlara saldırmak için kendinde büyük bir istek duymuştur.
Var olanları avlamak, yağmalamak yahut savaş kazanarak ganimet adı altında hazıra konmak her dönemde üretmenin önüne geçmiştir. Çünkü avcı, yağmacı yahut savaşçı (adı ne olursa olsun) zorla elde etmekten haz duymuş, hatta zevk almıştır. Kalabalıklaşma ve toplumsal kültürlerin ortaya çıkması ile birlikte bu ‘istek’ kendi toplumuna; ‘fetih yapmak için savaşıyoruz’ şeklinde yansıtılmıştır. Aslında tüm mesele sahip olma meselesidir. Kendi toplumu da dahil her şeye sahiplik mantığı ile bakılır. Ki ‘kral’ tanımında bugün bile bu (sahiplik) tanımı vardır. İşte fetihler de kralın malını büyütmenin bir aracıdır. Kral olmak, daha çok mal, insan, toprak istemek demektir.
Ve sonu gelmez sanılan fetihlerin sonu vardır. O son: Bütün dünyadır. Tabii dünyahut kalacak zamanınız kalmışsa.
SAVAŞ, OYUN MU?
İnsanlık tarihinin büyük bir kısmı ilkellikle geçmişse de bizler, -bildiğimiz kadarı ile- kısa tarih sürecimizde hep savaşmış, fetihlerle, işgallerle, kanla, ölümle uğraşmayı fazlasıyla sevmiş bir türün üyeleriyiz. Temel amacı, gereklilikleri elde etmek olan savaş kavramı; çoğu zaman amacının ötesine çıkmış, “vahşet” gibi tanımlar almıştır. Buna rağmen savaşanlar yaptıklarını kurallar ile sınırlamışlardır. Bir tür ahlak yahut meslek etiği mevcuttur.
Hatta ok, mızrak ve kılıç gibi silahlarının bile bir ahlakı ve doğallığı vardı. Bireysel olmaları, orantısız kullanılma ihtimallerinin az olması, bedenle bütünleşen bir yetenek ve beceri içerisinde kullanılması bir tür savaş ahlakı, mertlik tanımlaması ortaya koymaktadır. Savunma amacı ön plandadır. (Bu saçma mazeret bugün bile silahlanmanın dayanağıdır. Cahil siyasetçileri kandırmanın en kolay yoludur) Ve silah, bundan dolayı bir gereklilik olarak varlığını tarih boyunca korur.
* * *
Endüstrileşmeye doğru giden yolda en önemli icatlardan biri olan barut ve bunun kullanıldığı silahların gelişmesi ile birlikte bireysellik ortadan kalkmaya başladı. Yani görmediğimiz birileri ile savaşır hale geldik. Top gülleleri ve tüfek mermileri çok uzakları etkiliyordu. İlk çıktığında tüfek çok teknolojik bir araç olarak insanın savaşma yeteneğini güçlendirdi. Bu geçiş döneminin usta ozanı Karacaoğlan; “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” Derken bu bireyselliğin ortadan kalkmasından yakınıyordu.
Zaman, bozulan kavramları tamir ediyor ve toplu tüfekli savaşların da kendine göre bir ahlakı oluşuyor. Ateşli silahlar ile donatılmış savaş kültürü, askerlik sanatını da değiştiriyor. Böylece yeni bir savaş konsepti oluşturuluyor. Göğüs-göğse savaştan siper savaşına geçiliyor. Siper savaşlarının hakim olduğu tarih diliminde dünya haritası o güne kadar görmediği derecede hızlı değişiyor.
Her yaptığımızı ilişkilendirmeye meraklı olduğumuz Fransızlar, savaş denilince adı anılmadan geçilmeyecek, Napolyon adında bir komutana sahipler. Bu komutan, her maçını nakavtla kazanan bir boksör gibi zafer sarhoşu halde girdiği son savaşında İngilizler ve Prusyalılar karşısında ilk nakavt oluşunda tarih sahnesinden silindi. Waterloo denilen yerde yaşanan bu savaşta İngiliz ordusu karşısında tutunamayan Napolyon’un askerleri geri çekilmeye başladılar. Ama bu geri çekilme sırasında arkadan gelen İngilizleri yok etmek isteyen Napolyon; birbirine karışmış, aralarında kendi askerlerinin de bulunduğu kalabalığa atış emri verdi. Topçu subayı: “Aralarında Fransız askerleri de var!” Diye uyarsa da emrinde ısrar etti ve topçular, bölgeyi gülleler ile dövmeye başladı. Sonuç; bol kanlı bir ova manzarasıydı. Avrupa’nın orta yerinde 40 binden fazla asker, 10 binden fazla at öldü.
Fransızlar, ‘büyük komutanları’ için çok şey söylese de kendi askerlerinin ölüm emrini veren bu komutan, ne hikmetse(!) savaştığı İngilizlere sığındı!… Yıllar sonra aynı tecrübeyi bizler de yaşadık. Savaş halindeki ülkemizi Boğaz kıyısındaki sıcak koltuğunda yöneten bir padişah düşünün. Üstelik bu adam, elindeki gücü düşmanına değil kendi askerine karşı kullanıyor... İşte Vahdettin, ülkesine böyle bir utancı yaşattı. O tarihte Anadolu’da direniş hareketini örgütleyen Mustafa Kemal ve arkadaşları için ölüm fermanı çıkardı. Sonunda da, savaş halinde olduğumuz ülkeye aynı garip mantıkla sığındı. Napolyon ile Vahdettin’in; hem düşmanla olan sıcak ilişkisi, hem de ikisinin de kucağına koştukları düşmanın İngilizler olması ilginç bir tesadüf müdür? Benzerlikler elbette bununla da kalmıyor. Bu ikilinin sonları da yalnız ve sıradan biri olarak çok benzerlik gösterir. Hayatları da hatalı bir hikayenin çöpe atılmış müsveddesi gibi lâyık oldukları şekilde son buldu…
Bir imparatorluğun başındaki adam, sanki mahalle maçında renkli formalar giymiş takım oyuncuları gibi üzerindeki formayı kolayca değiştiremez. Savaş, bir oyun değil. Olmamalı. (O kadar da basit değil ya!..) Hadi, savaşı da bir tür ‘oyun’ saydığımızı farz edelim.
O durumda dahi; oyunun kurallarına; ‘hainlik’ ve ‘ihanet’ kavramlarını da koymayalım mı?
SİPER SAVAŞINDAN SİBER SAVAŞA
Her sanatın disiplini ve metotları vardır. Bu kural, iş; savaş sanatı olunca da değişmez. Askerlik, disiplinini savaş sanatından almaz, ama savaş sanatının sıkı disiplinleri vardır. Savaş sanatının önemli kalemlerinden sayılan Carl von Clausewitz, ‘Savaşa Dair’ isimli kitabında savaş için “siyasetin zorla sürdürülmesinin aracı” diye söz ediyor.
Artık ‘siyaset için savaş’ yerini ‘savaş için siyaset’ gibi çok daha kirli ve haince bir olguya bıraktı. Ama insanlar öyle yahut böyle zaten bir şekilde savaşmak için mazerete gerek duymuyor.
Hızla artan nüfus, aynı derecede kalabalık orduların birbirleri ile savaşmasını tetikliyor. Bunlar olurken teknoloji denilen yepyeni bir silah (evet silah!) tüm yaşam alanlarında yerini alıyor. Öncelikli gelişme alanı silahlanma olan teknoloji; zamanla eskiyen araç ve gereçlerini yaşamın diğer alanlarına kaydırıyor. Tıp, haberleşme, uzay, bilişim gibi sektörlerde kullanılan tüm teknik gereçler; savaş sanayisi için üretilmiş, ya amaca uymamış, yahut eskidiği için piyasaya düşmüş teknolojiler içerir.
Savaş, aslında ‘yaşam savaşı’ yahut ‘hayatta kalma’ mücadelesinin adıdır. Sadece silahla yapılmaz. Mücadelenin, silahlı ve silahsız güçlerinin tümünü içerir. Sağlık, eğitim, ulaşım ve en önemlisi de ekonomi gibi pek çok cephede savaş sürmektedir. İçinde olduğumuz çağda, bugüne kadar kullanılan savaş tekniklerinden çok daha etkili bir tekniğin uygulamasına geçiliyor. Bu tekniğin adı ‘bilgi harbi’ dir, ‘SİBER SAVAŞ’ dır!.. Bu savaşın askerleri, beyin; silahları, bilgidir.
BEYİN EN KUVVETLİ KASTIR;
DEMİRİ ERİTİR, TAŞI UFALAR!
Bu yeni savaş alanı, -komuta ve muharebe teknikleri bakımından- yepyeni yöntem ve uygulamalar içerecek. Bilgi, bu güne kadar bilinen tüm kuralları yıkan özellikleri ile öne çıkacak. Işık hızında hareket edebilen, bölündükçe çoğalan, hiçbir şekilde eksilmeyen. Her olayda daha da büyüyen özellikleri ile kullanıcısının hayallerini zorlayan bir güç halini alacak. Bilgi, silah olarak kullanıldığında da aynı yüksek performansını koruyacak.
Bilgi silahını kontrol edecek olan komutan da klasik komuta anlayışını değiştirecek. Bu camiada rütbenin de güçle alındığı -hak edildiği- yeni hiyerarşiler şekillenecek. Tabii bizler bunları yeni fark ediyorsak da ileriyi görebilenler yok değil. «Mustafa Kemal ATATÜRK’ün deyimi ile komutan; “Komutanlar, komuta ettiği birliğin barışta ve savaşta hem eğiticisi, hem yöneticisi, hem de gözeticisidir. Komutan birliğin beyin ve itici gücüdür. Komutansız bir ordu başsız bir vücut demektir.” Bu düşünceyledir ki kesin sonuç yerlerinde O’nu birliğin başında görürüz.» (Nusret BAYCAN, “Atatürk ve Askerlik Sanatı”, Sayfa: 30, Gen.Kur. Yay.) Bilginin önemi yeni-yeni ortaya çıkıyorsa da, klasik savaşta da bilgi önemlidir.
Savaş, sanıldığı gibi sadece elinde silah olanlarca yapılmamaktadır. Bulunduğu toplumda, her pozisyondaki birey, kendi görevi, yeteneği ve gayreti nispetinde savaşmaktadır. Sağlık, eğitim yahut ekonomi ile ilgili bir işte bile olsanız, büyük savaşın birer askeri olmaktan kaçamazsınız. Bu savaş, topyekün bir yaşam savaşıdır. Bilin yahut bilmeyin, farkında olun yahut olmayın verdiğiniz ‘hayat mücadelesi’ bir savaştır.
Eski tip silahlar artık tarih oldu. Top ve tüfek, Fred Çakmaktaş’ın Taş Devri karikatürlerinde omzuna aldığı odun kadar ilkel ve zayıf gereçler olacak. Bu ‘yakın’ dönem öyle çabuk gelecek ki; bunu okuyup da ‘o kadar da olmaz!’ diyenlerin laflarını unutmalarına bile zaman kalmayacak! Bizler bu silahları ‘savunma’ mazereti arkasına saklanarak üreten bir sistemin kendi yalanını yutan enayilerinden başka bir şey olmadığımızı fark ettiğimizde çok geç olacak!
Hayatta kalma ve yaşam mücadelesi adına keskin dişleri olan vahşi birer kıyım makinesine dönüştüğümüzü göremiyoruz. Üzerinde yaşadığımız toprakları bile ‘sözde yaşam mücadelemiz’ uğruna katlederken işte bu şuursuz ve gözü dönmüş vahşilik halinin içerisindeyiz. Bu halimiz aç kalınca kendi kuyruğunu yutan yılanın halinden farklı değildir. Tıpkı yılanı bekleyen son gibi bizi de yok oluş bekliyor ve bu çok yaklaştı. Acaba, bu savaşta dişlerimizi kendi popomuza geçirdiğimizi fark edebilecek miyiz?
Hep sevgi ile kalın.
Murat SEVGİ